Derin bir nefesle, hizalansak, dengelensek, uyumlansak…
Yaşamanın güzel olduğunu, ağrılarımızı kabule geçip, tahribatı tespit edip önce iyileşebilmek sonra dönüşebilmek için adım atsak… Yapabilir miyim? Bilmiyorum, bilemem. Benden öte bir yazgıyı, benden büyük bir cevabı üstüme giyemem. Oysa cevabını bildiğim, içini doldurabildiğim bir soru var evvelinde…
Birbirimizi aramaksızın yürüdük yıllarca ama birbirimizi bulmak için yürüdüğümüzün hep farkındaydık… Çok yazan biri olarak; yazmanın, özellikle de el yazısı ile yazmanın bana çok iyi geldiğini biliyorum. Yazdığım her yazısının bir sebebi, bir işlevi var. Kendimi hoyrat bir fırtınanın içinde buluyorum bazen! Belki de bir durup sormam lazım “Bu yol hangi kaosun gözüne, hangi döngünün özüne iniyor?” diye…
“Ben ne istiyorum? Nereden başladım? Nereye gidiyorum?” diye…Durduğum yerin merkez olduğunu hatırladığımda, unutmadan, acıtmadan, kızmadan ve zorlamadan sakin kalmaya çalışıyorum. Sanırım bu hayattaki en büyük korkum “bilinmezlik”… Bilinmezlik karşısında korkum bazen sakinliğe dönüşebiliyor ya da baskıladığım öfkem üzüntüye yerini bırakabiliyor. Hiçbir şey yapmadığım ve yapmak istemediğim halde yorgun hissettiğim anlarım oluyor. Sabırla vazgeçmişlik arasındaki çizgi incelebiliyor.
Ya da tersine, “mış gibi” bir pozitiflikle, “acımadı ki” gücüyle, “Heidi” neşesiyle kendi gölgemi kovalayabiliyorum. İyileşmelerim bazen ağrılı ve hatta sancılı olabiliyor. Hangi yaraya sahipsek o yaranın hakimi, o yaranın hekimi, o yaranın şairi oluyoruz… Kişi sürekli olarak yarasından öğrenmeye devam etmelidir diye düşünüyorum, çünkü ona iyileştirme yetisini veren kendi acısıdır. Bu yaralı şifacı (hekim) benliğinin özüdür.” Bu “bile bile lades” demek değil… “İyi ki oldu” diye kendini kandırmak değil… Acının teşhiri hiç değil. Yara acır ve acıdan kaçmak doğaldır… Ve fakat sağdan kaçsak soldan yakalanırız hayatın gerçeğine. Kendimizde kaçtığımızı başkasında kanatırız. İnsanız, istiyoruz, deniyoruz… Yaşıyorsak yaraya illa ki bulaşırız… Acıya oturma, yaraya bakma söylemi sanıldığı kadar mazoşist bir çağrı değil, aksine kanıksadıkça uyuşturan bir ağrıyı, inandıkça gerçekleşen bir yalanı zenginleştiren bir hazineye, olgunlaştıran bir deneyime dönüştürme davetidir. Gidip de kanayan yaranın üzerine tuz basmaktan bahsetmiyorum elbette, çünkü bu gerçekten can yakar. Önce “yettim, yanındayım, dayan” desteği… Sonra “Neresi acıyor, oraya üfleyeyim” sorusu… Ardından da “serin bir merhem süreyim, seni iyileştireyim” şefkati…
En sonunda da “anlatmak istersen ben burdayım, hikayeni dinlerim” çağrısı… Suçlamadan, cezalandırmadan. Acımadan, zavallılaştırmadan… Sadece şefkatle iyileştirmek, samimiyetle dinlemek, sorumlulukla bilgeleşmek. Yaramızla, şifamızla, hikayemizle dönüşüp yola devam etmek… Hepsi bu. Acılarımızı tüm gerçekliğiyle hikayeleştirebilmek, yaralarımızı merheme dönüştürebilmek ve şefkatle iyileştirebilmek dileği ile…
Haftaya Görüşmek Üzere.
Evrim ONUK